13 Mart 2012 Salı

Risale-i Nur'da Mehdiyet'in Anlatıldığı Bölümler



1. ÖNCEKİ MEHDİLER AHİR ZAMANIN BÜYÜK MEHDİSİ ÜNVANINI
ALMAMIŞLARDIR




2. 1400 SENE SONRA GELECEK BİR HAKİKATİ ASIRLARINDA KARİB SANMIŞLAR






3. HZ. MEHDİ (AS)'IN 3 BÜYÜK VAZİFESİ OLACAK















4. HZ. MEHDİ (AS), “EN BÜYÜK MÜCTEHİD, EN BÜYÜK MÜCEDDİD, HEM HAKİM,
HEM MÜRŞİD, HEM MEHDİ, HEM KUTBU AZAM” OLACAK

BEŞİNCİ İŞARET'tir. Mühim bir sualin gayet muhtasar bir cevabıdır.
Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş Âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhâlif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur. Şu zamanda, kuvvet-i velâyeti ne kadar yüksek olursa olsun, böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsâdât-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdînin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlâhiyeye ve kavânin-i âdetullaha muhâlif düşer. Bu Mehdî meselesinin sırrını anlamak istiyoruz.
Elcevap: Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-i İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid'i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübaret zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediye (A.S.M) muhafaza etmiş. Madem adeti öyle cereyan ediyor, AHİR ZAMANIN EN BÜYÜK FESADI ZAMANINDA, ELBETTE EN BÜYÜK BİR MÜÇTEHİD, HEM EN BÜYÜK BİR MÜCEDDİD, HEM HAKİM, HEM MEHDİ, HEM MÜRŞİD, HEM KUTB-U AZAM OLARAK BİR ZAT-İ NURANİYİ GÖNDERECEK VE O ZAT DA, EHL-İ BEYT-İ NEBEVİDEN OLACAKTIR. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve BAHAR İÇİNDE BİR SAATTE YAZ MEVSİMİNİN NÜMUNESİNİ VE YAZDA BİR SAATTE KIŞ FIRTINASINI İCAD EDEN KADİR-İ ZÜLCELAL; MEHDİ İLE DE, ALEM-İ İSLAM'IN ZULÜMATINI DAĞITABİLİR. Ve va'detmiştir, va'dini ELBETTE YAPACAKTIR. Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; 'Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır' diye ehl-i tefekkür hükmeder.





Felillâhilhamd, "Allahım! Tıpkı Âlemlerde İbrahim'e ve İbrahim'in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed'e ve Efendimiz Muhammed'in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir" duası -umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua- bilmüşahede kabul olmuştur ki, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsalar, İslamiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o pek muktedir ordu, Al-i Muammed Aleyhissalatü vesselamdır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.


Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih (uyanmış) ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar (seçkindirler). Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek (coşturaca) ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor. ELBETTE O KUVVET-İ AZÎMEDEKİ BİR HAMİYET-İ ÂLİYE FEVERAN EDECEK VE HAZRET-İ MEHDÎ BAŞINA GEÇİP TARİK-İ HAK VE HAKİKATE SEVK EDECEK. BÖYLE OLMAK VE BÖYLE OLMASINI, BU KIŞTAN SONRA BAHARIN GELMESİ GİBİ, ÂDETULLAHTAN VE RAHMET-İ İLÂHİYEDEN BEKLERİZ VE BEKLEMEKTE HAKLIYIZ. (Mektubat, sf. 422-424)



5. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ'NDEN BİR ASIR SONRA HZ. MEHDİ (AS) VE
ŞAKİRTLERİ ZULMÜ DAĞITACAK

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. (Tevbe Suresi, 32) âyetindeki " Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim" (Allah'ın nurunu üflemekle söndürmek isterler. Allah nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.) cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mâneviyesiyle beraber şeddeli lâm'lar, birer lam ve şeddeli mim asıl kelimeden olduğundan, iki sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (H. 1324 – M. 1906) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti "yirmi dört (24)"te ilânıyla o plânı akîm bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, harb-i umumî neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde (1920) Kur'ân'ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini yine icrâ etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dört (1324)'e, tâ "dört (34)"te, tâ "elli dört (54)"te tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur'ân'ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resâili'n-Nur Müellifi "yirmi dört (24)"te ve Resâili'n-Nur'un mukaddematı "otuz dört (34)"te ve Resâili'n-Nur'un nuranî cüzleri ve fedakâr şakirtleri "elli dört (54)"te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor….


Eğer şeddeli mim dahi şeddeli lâm'lar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus'un "doksan üç (93)" muharebe-i meş'umesiyle âlem-i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili'n-Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid'in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. ŞİMDİ HATIRA GELDİ Kİ, EĞER ŞEDDELİ LÂM'LAR VE MİM İKİŞER SAYILSA, BUNDAN BİR ASIR SONRA ZULÜMATI DAĞITACAK ZÂTLAR İSE, HAZRET-İ MEHDÎNİN ŞAKİRTLERİ OLABİLİR. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var.
"Damla denize delâlet eder" sırrıyla kısa kestik. (Şualar, sf. 623-624)


6. “İLERİDE GELECEK O ACİP ŞAHSIN ONA YER HAZIR EDECEK BİR DÜMDARI VE
O BÜYÜK KUMANDANIN PİŞDAR BİR NEFERİ OLDUĞUMU ZANNEDİYORUM”

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da yoldaşım Hulûsî-i sânî ve Sabri-i evvel, MâşâAllah, Yirminci Mektubun kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız. Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir. İmam-ı Rabbânî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda ilm-i kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesâil-i imaniye-i kelâmiyeyi (imani meselerle ilgili sözleri), birisi öyle bir surette beyan edecek ki, umum ehl-i keşif ve tarikatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî kendisini o şahıs gibi görmüştür.
Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. FAKAT O ILERIDE GELECEK ACIP ŞAHSIN BIR HIZMETKÂRI VE ONA YER HAZIR EDECEK BIR DÜMDÂRI VE O BÜYÜK KUMANDANIN PÎŞDÂR BIR NEFERI OLDUĞUMU ZANNEDIYORUM. Ve ondadır ki, sen de yazılan şeylerden o acip kokusunu aldın. (Barla Lahikası, 28. Mektup, sf. 250)



7. HZ. MEHDİ (AS)'IN ÇIKIŞ YERİNİ ESKİ SALTANAT MERKEZLERİNE GÖRE
AÇIKLAMIŞLAR, OYSA HZ. MEHDİ (AS) İSTANBUL'DA ÇIKACAK

Hem şu sırdandır ki Mehdî, Süfyan gibi, âhir zamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel, hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bâzı ehl-i velâyet, "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, Kıyâmet gibi, hikmet-i İlâhiye iktizâ eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü, her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medâr olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifâkın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tâyin edilseydi, maslahat-ı irşâd-ı umumi zâyi olurdu.
Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi Hz. merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, O EŞHAS-I HÂRİKA çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. ÖYLE İSE O EŞHAS, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, O EŞHAS-I ÂHİRZAMAN TANINABİLİR.



Alâmet-i Kıyâmetten olan deccâl hakkında hadîs-i şerifte, "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyâm-ı sâire (diğer günler) gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." (Müslim, Buhari) rivâyet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivâyete muhâl (şüpheli) demişler. Hâşâ, şu rivâyetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki "Bilgi Allah Katındadır" hakikati şu olmak gerektir ki:
Alem-i küfrün en kesâfetlisi olan şimâlde tabiiyyunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyân-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimâl tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimâlîye yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccâlin bir günü bir senedir," o daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü bir aydır" demekten murad, şimâlden bu tarafa geldikçe, bâzan olur yazın bir ayında güneş gurûb etmez. Şu dahi deccâl şimâlden çıkıp, âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü deccâle isnad etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurûb etmiyor. Daha gele gele tulû ve gurûb ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esârette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurûb etmeyen bir yer vardı; seyir için oraya gidiyorlardı. "Deccâlin çıktığı vakit, umum dünya işitecek" olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyâre halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhâl gören mülhidler, şimdi âdi görüyorlar. Alâmet-i Kıyâmetten olan Ye'cüc ve Me'cüc'e ve Sedde dâir bir risâlede bir derece tafsîlen yazdığımdan, ona havale edip, şurada yalnız şunu deriz ki: Eskiden Mançur, Moğol ünvânıyla içtimâât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden tâifeler ve Sedd-i Çinî'nin yapılmasına sebebiyet verenler, Kıyâmete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri rivâyetlerde vardır. (Sözler, s. 344-345)



8. HZ. MEHDİ (AS) VE HZ. İSA (AS)'IN BİRLİKTE YÜRÜTECEKLERİ İLMİ
MÜCADELELERİ

Dördüncü Sualinizin Meâli: Âhirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, "Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz." (Müslim, 1: 131; 4:2268; Müsned, 3:107, 201, 268; Kenzü'l-ummal,14:227, 228.) Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen, "Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'ın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini" (Buhari, 4205; Müslim, 1: 136; Fethü'- Kebir, 2:335.2) imanı zayıf olanlar istib'ad ediyorlar (ihtimal vermiyorlar). Onun hakikati izah edilse, hiç istib'ad (şüphe) yeri kalmaz. Şöyle ki: O hadisin ve Süfyan ve Mehdî hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birincisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. ONA KARŞI ÂL-I BEYT-I NEBEVÎNIN SILSILE-I NURANÎSINE BAĞLANAN, EHL-I VELAYET VE EHL-I KEMALIN BAŞINA GEÇECEK ÂL-I BEYTTEN MUHAMMED MEHDI ISMINDE BIR ZÂT-I NURANÎ, o Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi (münafıklık akımını) öldürüp dağıtacaktır.



İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhir zamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan (subayları) ve efrad (fertleri) onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ (türlü) hâkimiyet verir. Öyle de, Allah'ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet (ilahlık) verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne surî hükümetini bir nevi rububiyet tasavvur edip ulûhiyetini ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
İŞTE BÖYLE BİR SIRADA, O CEREYAN PEK KUVVETLİ GÖRÜNDÜĞÜ BİR ZAMANDA, HAZRET-İ İSÂ ALEYHİSSELÂMIN ŞAHSİYET-İ MÂNEVİYESİNDEN İBARET OLAN HAKİKÎ İSEVÎLİK DİNİ ZUHUR EDECEK, yani rahmet-i İlâhiyenin SEMÂSINDAN NÜZUL EDECEK, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, ÂLEM-İ SEMÂVATTA CİSM-İ BEŞERÎSİYLE BULUNAN ŞAHS-I İSÂ ALEYHİSSELÂM, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek. Hazret-i İsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedâhet derecesinde herkes onu tanımayacaktır. (Mektubat, 15. Mektup, sf. 52-54)




9. HZ. MEHDİ (AS), HAYATIN GENİŞ DAİRESİNDE FAALİYET GÖSTERECEK

Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu (risale-i nuru) çıkaramaz. TÂ AHIR ZAMANDA, HAYATIN GENIŞ DAIRESINDE, ASIL SAHIPLERI, YANI MEHDÎ VE ŞAKIRTLERI CENAB-I HAKKIN IZNIYLE GELIR, O DAIREYI GENIŞLETTIRIR VE O TOHUMLAR SÜMBÜLLENIR. BIZLER DE KABRIMIZDE SEYREDIP ALLAH'A ŞÜKREDERIZ. (Kastamonu Lahikası, Sayfa 76, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 258, Hizmet Rehberi, Sayfa 267, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sayfa 153)







10. HZ. MEHDİ (AS), HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK
BİR ZATTIR

Azîz kardeşlerim! Sadakatınızdan tereşşuh eden (sadakatinizden kaynaklanan) ve haddimin pek çok fevkinde hüsn-ü zannınıza karşı bundan evvel verdiğim cevabın bir tetimmesi olarak, bu gelecek fıkrayı iki gün evvel yazmıştık. Sizin fevkalâde sadâkat ve ulüvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerheden benim cevabımın hikmeti şudur ki: "BU ZAMANDA ÖYLE FEVKALÂDE HÂKİM CEREYANLAR VAR Kİ, HERŞEYİ KENDİ HESABINA ALDIĞI İÇİN, FARAZA HAKİKİ BEKLENİLEN VE BİR ASIR SONRA GELECEK O ZAT (1936’DA (HİCRİ 1354) YAZILMIŞ) dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. FAKAT ŞİMDİKİ UMUMUN NAZARINDA VE HAL-İ ÂLEM İLCAATINDA EN MÜHİM MES'ELE, HAYAT VE ŞERİAT GÖRÜNDÜĞÜNDEN O ZÂT ŞİMDİ OLSA DA, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde (tüm dünyada) vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan (insanlar için geçerli olan) âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam (hayati) mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin." (Kastamonu Lahikası, s. 61)



Kastamonu Lahikası'nın bu el yazması nüshasında, Bediüzzaman Hazretleri'nin
kendi el yazısıyla, "Hakiki beklenen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu
zamanda gelse" ifadesi görülmektedir.


11. HZ. MEHDİ (AS), RİSALE-İ NUR’U KENDİNE PROGRAM YAPACAK, NEŞR VE
TATBİK EDECEK

Aziz, sıddık kardeşlerim, Evvelâ: Nurun fevkalâde has şakirtleri, Sikke-i Gaybiye müştemilâtıyla, o evliya-yı meşhûreden, kırk günde bir defa ekmek yiyip kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâtlarına vasiyetiyle ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zahir haber vermesiyle çok ehemmiyetli bir hakikatı dâvâ edip, fakat iki iltibas içinde, bu biçare, ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaatlerini tâdile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlerinde ileri gidiyorlar. Evet, onlar, On Sekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikati görmüşler; fakat tabire muhtaçtır. O hakikat de şudur:
ÜMMETİN BEKLEDİĞİ, AHİR ZAMANDA GELECEK ZATIN ÜÇ VAZİFESİNDEN EN MÜHİMMİ VE EN BÜYÜĞÜ VE EN KIYMETDARI OLAN İMAN-I TAHKİKİYİ NEŞR VE EHL-İ İMANI DALALETTEN KURTARMAK CİHETİYLE YÖNÜYLE, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ (tamamen) Risâle-i Nur'da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine (hizmetçisine) vermişler, o hâdime mültefitane (iltifatla) bakmışlar. BU HAKİKATTEN ANLAŞILIYOR Kİ, SONRA GELECEK O MÜBAREK ZAT, RİSÂLE-İ NUR'U BİR PROGRAMI OLARAK NEŞR VE TATBİK EDECEK'.



O ZATIN İKİNCİ VAZİFESİ, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.
O ZATIN ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası:
Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl: O GELECEK ZATIN ISMINI VERMEK, üç vazifesi birden hatıra geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye (kesin deliller) dahi, kazâyâ-yı makbûledeki (sözüne itibar edilen kimselerin kanaatleri) zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid (inatçı) dalâlete ve mütemerrid (dinden sapmış) zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir. Umum kardeşlerimize binler selâm. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9-10)




12. HZ. MEHDİ (AS) ÜÇ VAZİFEYİ BİRDEN YAPACAK

Aziz, sadık, muhterem kardeşimiz Hoca Haşmet,
Senin, müceddid hakkındaki mektubunu hayretle okuduk ve Üstadımıza da söyledik.
Üstadımız diyor ki:
"Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî (cemiyet hayatı) ve şeriat için, hem hukuk-u âmme (genel hukuk) ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid (yenileme) vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
"Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. ÂHİRZAMANDA, ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎNİN (A.S.M.) CEMAAT-İ NURANİYESİNİ TEMSİL EDEN HAZRET-İ MEHDÎDE VE CEMAATİNDEKİ ŞAHS-I MANEVİDE ANCAK İÇTİMA EDEBİLİR. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.
"Amma, benim gibi aciz ve zayıf bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli" diyor. Ve size selam ediyor. Biz de zâtınıza ve oradaki Risale-i Nur'la alâkadar olanlara selam ediyoruz. (Kastamonu Lahikası, sf. 148)





13. BÜYÜK MEHDİ’NİN SİYASET, SALTANAT VE DİYANET ALEMİNDE İCRAATLARI
OLACAK

On Dokuzuncu Mesele
Rivayetlerde, âhir zamanın alâmetlerinden olan ve ÂL-İ BEYT-İ NEBEVÎDEN HAZRET-İ MEHDÎNİN (RA) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velâyet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: BÜYÜK MEHDÎNİN ÇOK VAZİFELERİ VAR. VE SİYASET ÂLEMİNDE, DİYANET ÂLEMİNDE, SALTANAT ÂLEMİNDE, CEHD ÂLEMİNDEKİ ÇOK DÂİRELERDE İCRAATLARI OLDUĞU GİBİ, her bir asır, me'yusiyet (ümitsizlik) vaktinde kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdîye veyahut Mehdînin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âleminde GAVS-I ÂZAM VE ŞÂH-I NAKŞİBEND VE AKTÂB-I ERBAA VE ON İKİ İMAM GİBİ BÜYÜK MEHDÎNİN BİR KISIM VAZİFELERİNİ İCRA EDEN ZATLAR dahi, Mehdî hakkında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan, rivayetler ihtilâf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mesele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki: Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, ÂL-İ BEYTİN HANEDANINA VE KABİLESİNE VE CEMİYETİNE VE CEMAATİNE YETİŞEBİLSİN.


 


EVET, YÜZER KUDSÎ KAHRAMANLARI YETİŞTİREN VE BİNLER MÂNEVÎ KUMANDANLARI ÜMMETİN BAŞINA GEÇİREN VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN MAYASIYLA VE İMANIN NURUYLA VE İSLÂMİYETİN ŞEREFİYLE BESLENEN, TEKEMMÜL EDEN ÂL-İ BEYT, ELBETTE ÂHİR ZAMANDA, ŞERİAT-I MUHAMMEDİYEYİ VE HAKİKAT-I FURKANİYEYİ VE SÜNNET-İ AHMEDİYEYİ (A.S.M.) İHYA İLE, İLÂN İLE, İCRA İLE, BAŞKUMANDANLARI OLAN BÜYÜK MEHDÎNİN KEMÂL-İ ADALETİNİ VE HAKKANİYETİNİ DÜNYAYA GÖSTERMELERİ GAYET MÂKUL OLMAKLA BERABER, GAYET LÂZIM VE ZARURÎ VE HAYAT-I İÇTİMAİYE-İ İNSANİYEDEKİ DÜSTURLARIN MUKTEZASIDIR. (Şualar, 592-593)


14. FECRİ SADIK VE FECRİ KAZİB İFADELERİ, 1980'LERE İŞARET EDİYOR

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına (açılmasına) ve beşeri tenvir etmesine (aydınlatmasına) mümanaat eden (mani olan) perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler (mani olanlar) çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. YETMİŞ BİRDE (H. 1371 – M. 1952) FECR-İ SÂDIKI BAŞLADI VEYA BAŞLAYACAK. EĞER BU FECR-İ KÂZİP DE OLSA, OTUZ-KIRK SENE (H. 1401/H. 1411 – M. 1981/M. 1991) SONRA FECR-İ SÂDIK ÇIKACAK. (Hutbe-i Şamiye, sf. 490)

Fecr-i Kazib: Sabaha karşı ufukta yayılmaya başlayan birinci kızıllık.
Fecr-i Sadık: Fecr-i Kazib'den sonra yayılmaya başlayan ikinci aydınlanma

1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991



Evet şimdi olmasa da (H. 1371'DEN) 30-40 SENE SONRA fen ve hakiki marifet (hüner, sanat , ilim ve fenlerle öğrenilen bilgi) ve medeniyetin mehasini (iyi ve faydalı yönlerini) o üç kuvveti tam teçhiz edip (o üç kuvvetle donatıp), cihazatını verip (gerekli ihtiyacını karşılayıp) o dokuz manileri mağlup edip (o dokuz engelleri yenip) dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını (gerçekleri araştırma eğilimi) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi (insan sevgisini) o dokuz düşman taifesinin (sınıfının) cephesine göndermiş, inşaAllah YARIM ASIR SONRA onları darmadağın edecek. (Hutbe-i Şamiye, s. 25, Emirdağ Lahikası, s. 124)

1371 + 30 = 1401 = 1981
1371 + 40 = 1411 = 1991
YARIM ASIR SONRA: 1371 + 50 = 1421 = 2001



15. "ÇİÇEKLER BAHARDA GELİR, ÖYLE KUDSİ ÇİÇEKLERE ZEMİN HAZIR
ETMEK LAZIM"

Beşinci Sebep: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki: O zat, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki, "Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümâtını dağıtacak." Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorumFAKAT ÇIÇEKLER BAHARDA GELIR. ÖYLE KUDSÎ ÇIÇEKLERE ZEMIN HAZIR ETMEK LÂZIM GELIR. VE ANLADIK KI, BU HIZMETIMIZLE O NURANÎ ZATLARA ZEMIN IHZAR EDIYORUZ. Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi beyan etmekte medar-i fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet olur. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 234) (Barla Lahikası, 28. Mektuptan 7. Risale Olan 7. Mesele)



16. HZ. MEHDİ (AS), SÜFYAN KOMİTESİNİN TAHRİBATINI ORTADAN KALDIRACAK

İkinci İşaret, yani: Altıncı İşaret
HAZRET-İ MEHDÎNİN cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek, yani Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdî cemiyetinin mucizekâr mânevî kılıcıyla öldürülecek ve dağıtılacak. Hem Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.
Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifâ ediyoruz. (Mektubat, 424)



17. BÜYÜK MEHDİ'NİN HALLERİ GEÇMİŞ MEHDİLERİN HALLERİYLE
KARIŞTIRILIYOR

Hem meselâ, meşhur olmuş ki, İslâm Deccalı öldüğü vakit ona hizmet eden şeytan, İstanbul'da Dikilitaş'ta bütün dünyaya bağıracak ve herkes o sesi işitecek ki, "O öldü." Yani pek acip ve şeytanları dahi hayrette bırakan radyoyla bağırılacak, haber verilecek.
Hem Deccalın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebettar rivayet edilmesi cihetiyle mânâsı gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz" rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek, ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-i Kur'âniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzulüyle o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.
Hem bir kısım râvîlerin kabil-i hatâ içtihadlarıyla olan tefsirleri ve hükümleri, hadîs kelimelerine karışıp hadis zannedilir, mânâ gizlenir. Vâkıa mutabakatı görünmez, müteşabih hükmüne geçer.
Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cemiyetin şahs-ı mânevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infirâdî galip olduğundan, cemaatin sıfat-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatin başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle, o şahıslar, harika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acûbe cisim ve müthiş bir heykel ve çok harika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vâkıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.



HEM İKİ DECCALIN SIFATLARI VE HALLERİ AYRI AYRI OLDUĞU HALDE, MUTLAK GELEN RİVAYETLERDE İLTİBAS OLUYOR; BİRİ, ÖTEKİ ZANNEDİLİR. HEM BÜYÜK MEHDÎNİN HALLERİ SÂBIK MEHDÎLERE İŞARET EDEN RİVAYETLERE MUTABIK ÇIKMIYOR, hadîs-i müteşabih hükmüne geçer. İmam-ı Ali (r.a.) yalnız İslâm Deccalından bahseder.
Mukaddime bitti, meselelere başlıyoruz. (Şualar, 583-584)

18. HZ. MEHDİ (AS), RİSALE-İ NUR'A HAK ETTİĞİ KIYMETİ VERECEK

Biri, Risale-i Nur'dur. Biri de, onun bir tercümanı.
Ve Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız daha fevkinde (daha çok) Risale-i Nur'a lâyıktır. Çünki Kur'an-ı Hakîm'in (her ayet ve suresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kuran'ın) bir mu'cize-i maneviyesidir (manevi bir mucizesidir). ÂHİR ZAMANDA GELECEK HAZRET-İ MEHDİ de ona o kıymeti verecek itikadındayım (inancında ve kanaatindeyim).
"Bediüzzaman'ın bu ifadesi Emirdağ Lahikası'nın el yazması nüshasında yer almaktadır."



19. BEDİÜZZAMAN HZ. MEHDİ (AS)'IN 100 SENE SONRA GELECEĞİNİ SÖYLÜYOR

Saniyen: O matbu eserin yüz beşinci sayfadan tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde, mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti. Dedi:
"Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır. Gittikçe daha fenalaşacak."
O vakit ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş: 
Herkese dünya terakkî dünyası olsun; yalnız bizim için mi tedennî dünyasıdır? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım:
EY YÜZDEN tâ üç yüz seneden SONRAKİ (bu ifade bazı sitelerde ey yüzden ifadesi çıkarılarak ta üç yüz seneden sonraki olarak yazılmış yüzden hiç bahsedilmiyor) YÜKSEK ASRIN ARKASINDA GİZLENMİŞ, SÂKİTÂNE BENİM SÖZÜMÜ DİNLEYEN VE BİR NAZAR-I HAFİYY-İ GAYBÎ İLE BENİ TEMÂŞÂ EDEN SAİD, HAMZA, ÖMER, OSMAN, YUSUF, AHMED, V.S. SİZE HİTAP EDİYORUM. TARİH DENİLEN MÂZİ DERELERİNDEN SİZİN YÜKSEK İSTİKBALİNİZE UZANAN TELSİZ TELGRAFLA SİZİNLE KONUŞUYORUM. NE YAPAYIM, ACELE ETTİM, KIŞTA GELDİM. SİZ İNŞA-ALLAH CENNET-ÂSÂ BİR BAHARDA GELİRSİNİZ. ŞİMDİ EKİLEN NUR TOHUMLARI ZEMİNİNİZDE ÇİÇEK AÇACAKLAR. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız. Yâni, İhtiyar Risalesinin On Üçüncü Ricasında beyan ettiği gibi, Medresetü'z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van'ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor medresemin vefat etmesi ve Anadolu'da bütün medreselerin kapatılmasıyla vefat etmelerine işaret ederek, umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezartaşı olmuş. "EY YÜZ SENE SONRA GELENLER! 'ŞU KALENIN BAŞINDA BIR MEDRESE-I NURIYE ÇIÇEĞINI YAPINIZ. CISMEN DIRILMEMIŞ, FAKAT RUHEN BÂKI VE GENIŞ BIR HEYETTE YAŞAYAN MEDRESETÜ'Z-ZEHRAYI CISMANÎ BIR SURETTE BINA EDINIZ" DEMEKTIR. ZATEN ESKI SAID EKSER HAYATI O MEDRESENIN HAYALIYLE GITMIŞ VE O MATBU RISALENIN 147'NCI SAYFADAN TÂ 157'NCI SAYFAYA KADAR MEDRESETÜ'Z-ZEHRANIN TESISINE VE FAYDALARINA DAIR EHEMMIYETLI HAKIKATLERI YAZMIŞ. (Emirdağ Lahikası, Sayfa 98, 99)





Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehalet-perver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez. EĞER SİZ TENBEL KALIP DA ONUN YOLUNU YAPMAZSANIZ, TENBELLİK ETSENİZ, YÜZ SENE SONRA TAMAMEN CEMÂLİNİ GÖRECEKSİNİZ. ZÎRA SİZİNLE İSTANBUL ARASINDAKİ MESAFE BİR AYLIKTIR; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrû-tiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir. Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet edi-yorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız. (Beyanat ve Tenvirler, Sayfa 75, 76 )



20. BEDİÜZZAMAN, MEHDİLİK İSNADINI HİÇBİR ZAMAN KABUL ETMEMİŞTİR


İDDİANAMEDE BENİM HAKKIMDA DÖRT ESAS VAR:

Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum. Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli'deki ehl-i vukuf, "Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek" dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: "Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak." diye onları reddetmiş. (Şualar, 14. Şua, sayfa: 387 )



21. HZ. İSA (AS), HZ. MEHDİ (AS)'IN İMAMLIĞINDA NAMAZ KILACAK

Üçüncü Mesele
Katî ve sahih rivayette var ki, "İsa Aleyhisselâm Büyük Deccalı öldürür."
Vel'ilmü indallah, bunun da iki veçhi var: Bir veçhi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispritizma gibi istidracî harikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccalı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek, ancak harika ve mu'cizâtlı ve UMUMUN MAKBULÜ BİR ZAT OLABİLİR Kİ, O ZAT, EN ZİYADE ALÂKADAR VE EKSER İNSANLARIN PEYGAMBERİ OLAN HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂMDIR.İkinci veçhi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâmın kılınciyle maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği sdehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. HATTÂ, "HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM GELİR, HAZRET-İ MEHDÎYE NAMAZDA İKTİDA EDER, TÂBİ OLUR" DİYE RİVAYETİ, BU İTTİFAKA VE HAKİKAT-İ KUR'ÂNİYENİN METBUİYETİNE VE HÂKİMİYETİNE İŞARET EDER. (Şualar, 5. Şua, sf 589)



22. BAZI NUR TALEBELERİ HZ. MEHDİ (AS)'IN SADECE BİRİNCİ VAZİFESİNE GÖRE
YORUM YAPARAK YANILIYORLAR

Evvelen: Aydın havalisinin Hasan Feyzi'si ve Hüsrev'i ve Mehmed Feyzi'si ve Risale-i Nur'un manevî avukatı Ahmed Feyzi'nin üç seneden beri âlimane, müdakkikane yazdığı şu gelen istihracat-ı gaybiyeyi ve Sikke-i Tasdik-i Gaybiye'nin bir kuvvetli hücceti ve şâhidi bulunan şu risaleciği dikkatle mütalaa ettim. Onun tetkikatına ve Risale-i Nur'un kıymetini tam hadîs ile âyet ile isbat etmesine karşı hayret ve istihsan ile Mâşallâh, Bârekâllah dedim. Fakat bir derece tabire muhtaçtır, ayn-ı hakikattır. Fakat Said hakkında hususan son kısmın hâşiyelerinde şahsiyetim itibariyle haddimden yüz derece ziyade bir hüsn-ü zannı ile hakikatın sureti değişmiş.




Evet hem Sikke-i Gaybiye hem onun yazdığı âyetler ve hadisler müttefikan bu asırda bir hakikat-ı nuraniyeye işaret ediyorlar ve bu asır ve bu zaman cemiyet zamanı olduğundan şahs-ı manevi hükmedebilir. Hususan manevi vazifelerde maddi şahısların ehemmiyeti azdır, dağlar gibi vazifeler o zaif şahsiyetlere yükletilmez. Bazı âyat-ı kerime ve ehadis-i şerife ÂHİRZAMANDA GELECEK BİR MÜCEDDİD-İ EKBERİ MÂNA-YI İŞARÎ İLE HABER VERİYOR. Fakat o gelecek zatın ve cemiyetin üç vazifesinden hakikatta en ehemmiyetlisi olan ve zâhiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniye-yi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahs-ı manevisi tam yaptıklarından o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine hatta bazen tercümanına da tatbike çalışmışlar ve Şeriatı ihya ve hilafeti tatbik olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar. Onların kanaatları onların risale-i Nur'dan istifade cihetine faidelidir, zararsızdır; fakat Nur'un mesleğindeki ihlasa ve hiçbir şeye alât olmamasına ve dünyevi ve manevi makâmâtı aramamasına zarar verdiği gibi, Nurların muarızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir. Onun için ben bu müdakkik kardaşımızın risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırmakla bir parça ta'dil ettim. Siz tam ta'dilat yapınız ve size gönderdim. Tılsımlar Mecmuasının âhirinde yazılsın. Bâki kalan kısmını da şahsıma ait kısmını kaldırıp, bakiyesini ta'dil ederek belki size göndereceğiz. (Tılsımlar Mecmuasının Zeyl Maidet-ül Kur’an Risalesi, 168 - 169)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder